Artık rahat ölebilirim…
Moskova’da gece, yarıyı çoktan geçti…
Sabah yakın…
Üzerindeki takılarıyla uykuya kalmış bir dilberi andırıyor şehir.
Işıl ışıl…
Bu şehre ilk gelişimin üzerinden tam on bir yıl geçti.
Arbat Sokağı’nda yürüdüğümüz o güzel Haziran günlerini yeniden hatırlıyorum. Kalabalıklar , karşılıklı akan iki nehir gibi bir birine karışıyordu.
Arbat, İstiklal Caddesi gibi, sanatçıların, ressamların, yazarların mekân tuttuğu bir yerdi.
Oldukça kalabalık bir gezi heyetiyle birlikteydik.
Ahmet Turan Alkan, Alper Görmüş, Bulut Aras, Eşref Kolçak, Gülay Göktürk , Gafur Uzuner, Hasan Köni, Mehmet Ali Kılıçbay, Mehmet Aydın, Nihat Nikerel, Pınar Türenç, Tufan Türenç, Yusuf Sezgin…
Nazım Hikmet’in mezarına da uğramıştık.
“Anadolu topraklarında Nazım’ın da gömüleceği bir çınar gölgesi bulunur” deyişimizin üzerinden tam on bir yıl geçmiş.
Tayyip Erdoğan Hükümeti, Nazım’ı Türk vatandaşlığına kabul etti, o da Anadolu’da bir çınar gölgesini buldu.
Güzel bir Haziran günüydü…
İnsanın gönlüne ferahlık veren tatlı bir hava vardı.
Ama Türkiye’den gelen haberler, bir mengene gibi ruhumuzu sıkıyordu. Dünyaya yayılan Türk Okulları ve onların manevi mimarı Fethullah Gülen’le ilgili Türkiye’de estirilen korkunç fırtına Moskova sokaklarında uğulduyordu.
O günü hiç unutamıyorum.
Bir aralık, heyettekiler oğul veren arılar gibi başıma üşüşmüştüler;
“Türkiye’de olan- bitenlerden haberiniz var mı?”
Gayet soğukkanlı bir tavırla;
“Ne varmış Türkiye’de?!”demiştim.
“Yer yerinden oynuyor; sizin haberiniz yok mu!”
Ben cevaben “Bu fırtınayı biliyorduk, onun için buradayız, bizim kim olduğumuzu herkes biliyor ama asıl siz dönüşte havaalanında gazetecilere ne diyeceğinizi düşünün” deyince, epeyce gülüşmüştük.
Türkiye’ye döndüğümüzde sevginin, bir Haziran kurşunuyla iki kaşının tam ortasından vurulmuş ve bitkisel hayata girmiş olduğunu görmüştük.
Günlerce komada kaldı ama kara günler kararıp kalmadı.
Moskova’da bunalmış, Leningrad Gar’ından, Dostoyevski’nin Beyaz Geceler’ine doğru yol alırken, trenin penceresinden içimize hapsettiğimiz nefesimizi gecenin bağrında uğuldayan ormanlara salmıştık.
O tren, tatlı bir Haziran gecesinin ılık meltemlerinde dalgalı saçlarımızı savurarak, Neva’nın nazlı nazlı aktığı şehre, her bir taşı musikiyle örülü Petersburg’a almış götürmüştü bizi.
İyiki de götürmüştü…
Petersbug’taki Türk-Rus Okulu’nun mezuniyet gecesinde kararan gecemizin ağarmış, Beyaz Gecelere kavuşmuştuk.
Mehmet Ali Kılıçbay’ın gördükleri karşısında;
“Kendimi bir Amerikalı gibi hissediyorum” dediğini geçen gün bir dostum hatırlattı.
Kılıçbay, Türk İşadamlarının yatırımlarından, açılan Türk Okullarından, Rusya ile kurulan köprülerden çok etkilenmişti.
…………
On bir yıl sonra yine Moskova’dayım…
Seher vakti…
Kaldığım odanın penceresindeyim.
Tatlı bir aydınlık sarıyor şehri.
Şehir üzerine kar yağan kalender bir adam gibi yavaş yavaş derin uykusundan uyanıyor, üstüne birikmiş karları silkeliyor.
Uzaklarda, fabrika bacalarından göklere doğru yükselen dumanlar, ufukta donmuş katar develerini andırıyor.
Sokakta yüzünü gözünü sarıp sarmalamış bir kadın elindeki süpürgesiyle yerde donmuş çöpleri toplamaya çalışıyor.
Kahvaltı için Türk-Rus Okulu’nun Müdürü Genrih Kuznetsov bizi bekliyor. Apartmanın dış kapısını açar açmaz bağrımızı yumruklayan ayaza aldırmadan düşüyoruz yola.
Bu iri yapılı, babacan tavırlı adamı görmeyeli epeyce olmuştu.
Kapıda karşılıyor bizi.
Geniş omuzlarına dökülen dalgalı saçlarında siyahlar iyice silinmiş.
Zengin bir kahvaltı masasındayız.
Türk Mutfağından tatlı esintiler gözlerimizi okşuyor.
Sıcak çaylar, ısıtıyor içimizi.
Ama asıl Kuznetsov’un dedikleri ısıtıyor yüreğimizi. Türk Okulu’nun açılış hikayesinden söz ediyor bize;
“1995 yılıydı…
Ben Moskova Milli Eğitim Komitesi’ndeydim.
Karşımda ilk defa bir Türk görüyordum.
Adı Mehmet’ti.
Çok gençti.
Okul açmak istediğini söylüyordu..
Ne yalan söyleyeyim önceleri güvenmedim ve sürekli zorluk çıkarttım.
Türkiye hakkındaki bilgilerim hem çok sınırlı hem de olumsuzdu.
Türkiye ile çok savaştığımızı,
1917’de bizi ilk tanıyan ülkelerden biri olduğunu,
Müslüman bir ülke olduğunu,
2. Dünya savaşında bize karşı olmadıklarını biliyordum, o kadar.
Türk müteşebbisler İngilizce ve Türkçe eğitim vermek istiyorlardı.
Bizim ayak sürüdüğümüzü fark edince Türkiye’ye davet ettiler.
Türkiye’de gördüklerim beni çok etkilemişti.
Bir Avrupa ülkesiydi.
Cumhurbaşkanı, başbakanı vardı.
Çok partiliydi.
Bu seyahatimizden sonra yüzseksen derece değiştim.
Moskova’ya döndüğümde Eğitim Komitesi Başkanı’na görüşlerimi aktardım.
Okul izni çıktı.
Aslında bizi motive eden konulardan biri de Ruslarla evli Türklerdi.
Onların çocukları vardı.
Sovyet sonrası etnik okullar açılmaya başladı. Bunlar kendi dillerini çocuklarına öğretmek istiyorlardı.
Çok konuşulan diller zaten hep vardı.
Bu okulun önemi Moskova’da Türk Dili’nin okutulduğu tek okul olması.
Rus Eğitim dünyasında bu çok dikkat çekici bir olaydı.
Diyebilirim ki, bu okullar benim hayatımın en önemli projelerinden birisidir.”
Bu okulun açılışında bir Rus yetkilinin söylediği sözler aslında her şeyi çok güzel özetliyordu.
“Rusya’nın yakın tarihinde iki olayı çok önemsiyorum.
Gagarin’in uzaya çıkması ve Türklerin Moskova’da okul açması.”
Müdür Kuznetsov, Türk öğretmenlerini çok seviyor;
“Bu öğretmenler bana Türkiye’yi sevdirdiler.
Çocuklarımıza çok güzel örnek oluyorlar.
Biliyorsunuz eğitimde iki şey çok önemlidir.
Rehberlik ve otorite.
Enteresandır ki öğrencilere eski bir dost, bir ağabey gibi davranan bu öğretmenler aynı zamanda sağlam bir otorite kuruyorlar onlar üzerinde.
Bu da benim çok hoşuma gidiyor.
Türk öğretmenler lokomotif görevi görüyorlar.
Onlar olmadan biz bu eğitimi sürdüremeyiz.
Onların sigara, içki gibi alışkanlıkları yok. Narkotik ve uyuşturucu gibi şeyleri söylemeye bile ihtiyaç duymuyorum.
Öğretmenler arasında Rus-Türk diye hiçbir ayırım yok.
Önceleri Ruslar, “Türkiye bir İslam ülkesi, bizse daha çok Ortodoksuz, çocuklarımızı Müslüman yapacaklar” diye korkuyorlardı.
Dini ders vermiyoruz.
Aileler çocuklarını okul dışında Havra, Kilise ,Cami… istediği yere götürebilirler.
Eğitimde çok kaliteliyiz.
Bu okullarla biz bir köprü kurduk.
Gelecekte bu köprünün üzerinden milyonlar geçerek birbirleriyle kucaklaşacaklar.
Burada yetişen öğrencilerin hiç biri asla Türkiye aleyhinde olmayacak.
Ve bu okullar da asla Rusya’nın aleyhinde değil.
Bu okullardan alacağımız çok şey var.
Benim babam 2. Dünya savaşında öldü.
Rusya için öldü.
Ben nasıl Rusya aleyhinde olabilirim. Bu günleri gördüm ya artık rahat ölebilirim” diyerek bitirdi sözlerini.
Müdür Kuznetsov’un sözleri gibi esmer yüzü de güven verici .
Hele Türk Öğretmenlere olan sevgisi görülmeye değer.
Gelebilecek her türlü tehlikeye karşı kollarını evlatlarına sımsıkı saran şefkatli bir babayı andırıyor.
Ayrılma vakti geldi.
On bir yıl önce Haziran sıcaklarında iyiden iyiye bunaldığımız Moskova’da bugün bizi bir Rus Müdür’ün güven ve ümit dolu sözleri ferahlatıyor.
Müdür Kuznetsov’un sözleri Moskova’nın en soğuk gecelerini bile ısıtmaya yeter.
Benim yerimde kim olsa aynı şeyi düşünürdü:
“Bu günleri gördüm ya artık rahat ölebilirim.”