Aldanış Dede
Aldanış Dede
“Kara ikliminin hüküm sürdüğü bu topraklarda kış erken gelir. Ağustos’ta düşer kar toprağa. Bana mısın demez kış. Birkaç yıl önce bir buçuk milyon hayvanın donarak ayakta öldüğünü söylersem herhalde kışların nasıl geçtiği biraz daha iyi anlaşılır.Koca şehirde tek asfalt yol yok. Caddeler, sokaklar yazın toz toprak içindedir, kışınsa çamur deryası. Nehirlerin tamamı donar.
Nüfusun önemli bir bölümünü Kazaklar oluşturur. Az sayıda Moğol’un varlığı hissedilmez bile. Göçebe hayatı yaşayan halk hayvancılıkla geçinir. Ulaşım hâlâ büyük ölçüde hayvanlarla sağlanır. Onun için buralar cirit meydanını andırır.
Pazarda bir şeyler bulmanız neredeyse imkânsızdır.”
Biz anlattıklarını hayretle dinlerken o kaynağını veriyor sözlerinin: “Uçak, mavi gökler ülkesi Moğolistan’ın uçsuz bucaksız semalarında süzülürken, yanımdaki koltukta oturan Kazak Türkü anlatıyordu bunları” diyor Mustafa Bey.
Çamlıca’daki mütevazi çalışma odasındayız Mustafa Bey’in. Sohbet gittikçe koyulaşıyor.
Yıllarca mazlum ve mağdur yaşamış bu insanların, mahrumiyetle dolu hayatlarını duyunca vicdanım sızladı.
Mustafa Bey, 1993 yılına ait Moğolistan günlüğünü aktarmaya devam ediyor:
“Bayanülgey Havaalanı birkaç barakadan ve ayrık otlarının örttüğü toprak pistten ibaretti. Hayatımda ilk defa bu kadar fakir bir ülkeye yolculuk yapıyordum. Belki de buraya uzun bir aradan sonra gelen ilk Türk bendim.
Zamanla anlıyorum ki, fakr-u zaruret içinde yaşayan bu insanlar yine de dinlerine, kültürlerine bağlı ve çok samimiler. Kendi kendime; “Gelmekle buradaki hayatın acı gerçeklerini gördüm” diyorum.
Geceleri sivrisineklerle amansız bir mücadele başlardı. Doğrusu onlarla savaşmak imkânsızdı. Nereden, ne zaman saldırıya geçeceklerini kestirmek mümkün değildi. Sizin anlayacağınız, ortada asimetrik bir durum vardı… Harp taktikleri konusunda son derece mahirdiler. Sabah olunca, mağlup ve yorgun bir savaşçı gibi hissediyordum kendimi.
Bayanülgey 150 bin nüfuslu büyükçe bir köydü. Şehrin tek camisi inşaat halindeydi. Ben köylerde görev yapacak kişilere Kur’an ve dinî bilgiler öğretecektim.
Seminer salonu derme çatma bir bina idi. 25 kadar kursiyer vardı. Yüzlerindeki öğrenme azminin beni de şevklendirdiğini söylemeliyim.
Bir gün seminere 80 yaşlarında bir amca geldi. Orta boylu, kısa sakallı, başında da Kazak kalpağı… Üzerinde eski Osmanlı kıyafetlerine benzer bir giysi…
-Adım Aldanış, çocuklar Aldanış Dede derler. Türkiye’den geldiğinizi duydum. Seminerlerinize ben de katılmak istiyorum.
Önce kimin nesi bu adam, nerden çıktı, diye düşünürken kendisini tanıdıkça içindeki enerji ve azimden çok etkilendim.
Bir kere Aldanış Dede dersleri hiç kaçırmıyordu. Derslerden sonra da uzun uzun sohbet ediyorduk. Sonra kelime-i Tevhidi söylemesi o kadar hoşuma gidiyordu ki, ona sık sık tekrar ettirerek söyleyiş tarzını ben de ezberledim.
İkide bir “Aldanış Dede, dinle bakalım doğru söyleyebiliyor muyum? diyerek başlıyordum söylemeye:
“Allah birev ortaksız, âlemde yok tendesi, Muhammed koyo (şeksiz) elçisi de pendesi.”
Zamanla ben de rahatlıkla söylemeye başlamıştım.
Aldanış Dede bir gün derste:
-“Mustafa Hoca, evladım, 70 yıl önce öğrendiğim ayetlerden bazıları aklımda kaldı. Doğru okuyabiliyor muyun, bir dinler misin?” ricasında bulundu.
-“Buyur Aldanış Dede. Diyanet İşleri Başkanlığımız bizi zaten bunun için buralara gönderdi” dedim.
Hadid Suresi’nden başladı okumaya:
“Biliniz ki dünya hayatı bir aldanış ve bir oyundan ibarettir…”
Allah’ım, o ne güzel ses, o ne yürekten okuyuş… Salonda herkes lâl kesilmiş, onu dinliyordu.
Aldanış Dede hem okuyor, hem de gözlerinden billur gibi yaşlar dökülüyordu.
“Kaybettiklerinize üzülmeyiniz, kazandıklarınıza da sevinmeyiniz…” ayetine gelince salonda herkes hüngür hüngür ağlamaya başladı. Aldanış Dede de gerisini getiremedi. Baktım, seyrek sakallarından yaşlar elbisesine damlıyordu.
Sonra doğruldu, ayağa kalktı. Gözyaşları onu gençleştirmişti sanki…
-“Hocaefendi evladım! Sovyet döneminde dini öğrenmek de, öğretmek de yasaktı. Ben gizli gizli evimde ancak üç beş çocuk okutabildim. Sonra din adına her şey savruldu gitti. Çocuklarımız dinden uzaklaştılar.”
Çok duygulanmıştım. Son okuduğu ayetin manasını anlatırken salondan hıçkırık sesleri yükseliyordu.
-“Evladım elimize ne girdi ki sevinelim. Kaybettiklerimize gelince, mal gitti, evlat gitti, ırz gitti, namus gitti, din gitti, Kur’an gitti, kala kala (elini göğsüne götürerek) şurada ‘Allah birev ortaksız, âlemde yok tendesi…’ kaldı”
Bu samimi insanın 70 yıl önce hocasından öğrendiği ayetler herşeyi ayan beyan anlatıyordu. Hadid Suresi’nde “Biliniz ki…” diye başlayan iki ayetten birisi “Dünya hayatı bir aldanış ve bir oyundan ibarettir”, diğeri ise “Arzı öldükten sonra dirilten O’dur” diye devam ediyordu.
Buralarda uzun süren bir kıştan sonra gönüllerde yeni dirilişin kıpırtılarını görmekten dolayı Rabbime şükrettim.
Genç talebelerin gözleri ışıl ışıldı. Yeni bir baharın habercileri gibiydiler. Yapraksız ağaçlarda açan ilk çiçekler gibi. Bu talebelerimi unutmam mümkün değil.
Bozkırlarda esen sert rüzgarlar her şeylerini savurup götürmüştü ama yine de yüreklerinde “Allah birev ortaksız, âlemde yok tendesi, Muhammed koyo (şeksiz) elçisi de pendesi” duruyordu. Bu iman kandili en karanlık gecelerde, en amansız şimal rüzgarlarında bile hep parlamış durmuştu.
O yıl ilk kar 3 Ağustosta düştü bozkırlara… Dondurucu soğuklar başlamıştı yine… Buralarda yaza çoktan veda etmiştik. İlk kardan birkaç gün sonra ben de veda ettim bu samimi insanlara.
Dedim ya yazlar çok kısa sürer oralarda. Baharsa neredeyse hiç gelmiyor. Bu insanlar baharı neredeyse hiç yaşamamışlar. Dikkat ettinizse Türkçe’de yaz, kış, güz kelimeleri vardır da bahar yoktur. Bahar mevsiminin dilimizde isimsiz olmasının sebebi Türklerin ana vatanı olan bu toprakların onu hiç tatmamış olmasıdır.
Ne gam! Cenab-ı Hak, öldükten sonra arzı her baharda dirilten kalıcı baharın müjdesini, bir yaşlı insanın yanık yüreğinden dökülen seslerle bize duyurmuştu.
Çamlıca’da akşam oluyordu. Mustafa Bey de, ben de çok duygulanmıştık. Büyük bir fikir mimarının ibretamiz sözleri geldi aklıma:
“Bugün öyle hizmet erlerine ihtiyaç var ki… Değil dünyasını, ahiretini bile feda edecek kadar diğergam insanlara ihtiyaç var. Yaşatma duygusuyla yaşama sevdasından vazgeçecek bu hasbi insanlar sayesinde, bu vazife yapılabilir ve insanlığa hizmet götürülebilir.”
Güneş yanığı çöllerde kan kırmızı çiçekler açtı…
Şafaksız geceler bülbülün yanık feryadına direnemedi…
Bilmem ki saat kaçtı, gözyaşı yorgunu gecede yaprak yaprak gül açtı.
Gökteki yıldızlar sönerse sönsün. Yeter ki insanlığın güneşleri geri dönsün.
Umut çiçeklerimiz gönül yamaçlarımızda buruşup kalsa da, Nisan yağmurları onlara can suyu olacaktır.
Baharı tatmamış topraklara hayatının baharını adayanlardır ki, dünyamıza yeni bir baharı yaşatacaktır.