HARUN TOKAK

Ferah Kapısı Düşer Hangi Yana?

Kış, nesi var nesi yoksa almış gelmiş, sonbaharın son kalıntılarını

da bütün mevzilerden söküp atıyordu.

Balkan soğukları, kışı iyiden iyiye kışkırtmıştı.

Tren vagonlarının sadece içi değil, üstü de balık istifiydi.

Donanlar, karların üzerine, raylara düşüyor, tren iki de bir

duruyor ve ancak cesetler temizlendikten sonra yoluna devam

edebiliyordu.

Dağ yolları, dereler, tepeler insan olmuş Edirne’ye doğru

akıyordu.

Bir insan seli ki… Yüzlerce koldan gelerek bir nehir yatağında

birleşen sular gibi serhat şehrimiz Edirne’den içeriye

akıyordu.

Dudaklarda hep aynı söz;

“Ağla anam ağla

Edirne düşer hangi yana.”

***

Günlerdir, Gazze yanıyor…Masum bebekler ölüyor…

Çaresiz kadınların kucaklarındaki çocuklarla, ellerindeki

kırık derik eşyalarla, beyaz bezleri bayrak yapıp sallayarak,

Gazze’den korku içinde kaçışları; Balkanlardaki yüzbinlerin

Edirne’ye doğru göçünü getiriyor hayalime…

Devlet-i Aliyenin son yılları…

Koca Çınarın kalın ve kızıl yapraklarının, solgun sonbahar

rüzgarlarında savrulduğu yıllar…

Altı asırdır âlemi aydınlatan güneş, gurup ediyordu.

Gül bahçelerine, bağlara, bostanlara, koyu gölgeler çöküyor,

geride koyu kızıl karanlıklar kalıyordu.

Son kalan kalelerden uçurulan güvercinler, çelik kanatlarıyla

süzülüyordu kızıl ufuklarda.

“Yardımınız gelecekse beyaz güvercini, gelemeyecekse siyah

güvercini gönderin” diye yazılı mektupların, kırmızı ayaklarına

bağlanarak; okşanarak, sevilerek, Besmele ile, Edirne canibine

salınan güvercinler…

Fakat, ufuklarda hep o siyah güvercinlerin göründüğü günler.

Balkanlar kaynıyordu…

Balkanlar yanıyordu…

Kapılar kırılmaya başladı mı feryatlar, iniltiler de başlar, anasından

ayrılan kuzular gibi meleşirdi insanlar.

Tıpkı Gazze’ de yaşananlar gibi…

Köylerde, kasabalarda önce erkekler , sonra da çocuklar ve

kadınlar topluca öldürülüyordu.

Her şey mahşer macerasıydı.

Çaresiz analar, “Anne! Bizi bırakma” diye yalvaran yavrularına;

“Biraz sonra baban gelip seni alacak” diyerek bebeklerini

bırakıp kaçıyorlardı.

Halbuki, o babalar çoktan şehit olmuştu. Nice şehit çocukları

bırakıldı, Balkanlar’da. Tarih, en büyük göç hareketini

yaşıyordu.

Yanıbaşındaki suyu bile alamayacak kadar yaralı, hasta, yaşlı

insanlar kendi kaderlerine bırakılıyordu.

Bir çocuk, başucuna oturmuş ölmüş anasına su veriyordu.

Bir asker, ölü beygirine dayanmış can çekişiyordu.

Yollar kardı, kıştı…

Dizlerinde derman kalmayan kadınların dudaklarında hep

aynı söz;

 

“Ağla anam ağla, Edirne düşer hangi yana”

Tarlalar boş, bağlar bakımsızdı. Onları işleyen kollar kopmuştu.

Perişan insanlar, yollardan, dağlardan, derelerden sel gibi

Edirne’ye doğru akıyordu.

Yaşlılar, yaralılar yalvarıyordu;

“Ne olur bizi bırakmayın.”

Balkan köylerindeki, kasabalarındaki o hülyalı günler, Eski

Zağra, ılıca, Kızanlık … şenlikleri yerini çığlıklara bırakmıştı.

En lüks fayton arabalarında bile rahatsız olan beyler, zarif

hanımefendiler dağlarda, yollarda yük taşıyor araba çekiyorlardı.

İnsanlar evlerinden koparılıyor, aileler parçalanıyor, yürekler

bölünüyordu.

O, güzel Rumeli kızları yanık sesleriyle;

“Yarim gurbet elde, ateşi bende

Vermişim gönlümü sendedir sende” diyerek Edirne’ye doğru

koşuyor, koşuyordu

Silahı olmadığı için nice askerimiz, düşman askerine sarılıp

birlikte atlıyordu, Balkanlar’daki uçurumlara.

Istıranca Dağları’nda hiçbir ağaç yoktur ki dalında bir askerimiz

asılmamış olsun…

Gazi Osman Paşa’nın Plevne’sinde, ne askerin giyeceği çorap

ne de yaraları saracak sargı bezi vardı.

Pantolonları parçalanan askerler kadınların şalvarlarını giyiyordu.

On yedi bin nüfuslu Plevne’de on bin yaralı vardı.

O günlerde her evden birkaç yaralı askerin iniltisi duyuluyordu..

Şanı büyük Osman Paşa ordusuyla birlikte esir düşer ve

tarihin en büyük müdafaa savaşlarından birini yapan kahraman

ordunun 30 bini karlı buzlu esaret yollarında soğuktan,

açlıktan, hastalıktan kırılır.

Esir değişiminde sadece 12 bin kadarı ülkesine dönebilir.

Balkanlarda göç vardır…

Yollarda, perişan çocuklar, kadınlar vardır…

Yollarda başlarında esir kumandanlarıyla birlikte esarete yürüyen

kahraman askerler vardır.

“Bir dilim ekmek, ne olur bir dilim ekmek” diyen askerler…

Ekmek yerine süngü yiyen, kurşun yiyen askerler… Çoğunun

ayakları çıplak, elbiseleri lime limedir.

Altı asır göklerde görülen Devlet-i Aliye güneşi, derelerden,

dağlardan, vadilerden çekilmektedir.

Kalelerde dalgalanan bayraklar bir bir inmektedir.

İstanbul, yatağından başını zor doğrultan bir hasta gibidir.

Osmancık can çekişmektedir.

93 Harbi, Tuna’nın hep öte yakasında yaptığımız savaşları

bu yakaya taşımış ve bir iç şehir olan Edirne’yi serhat şehri haline

getirmiştir.

1912’nin sonbaharında son serhat şehrimiz Edirne de kuşatılır.

Edirne Müdafii Şükrü Paşa, savaş öncesi yazar vasiyetini;

“Düşman, hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit

kabul etmiyorum; beni mezara koymayın.

Etimi köpekler ve kuşlar çeke çeke yesinler.

Fakat müdafaa hattımız bozulmadan ölürsem, kefenim, lifim,

sabunum çantamdadır. Beni buraya gömünüz”

Şarkın soylu evladı Şükrü Paşa’nın, değil askerlerin, soylu

atların bile açlıktan ve soğuktan ölümünü, esaret dönüşü evlatlarına

anlatırken; gözyaşlarını tutamadığını zarif bir Osmanlı

hanımefendisi olan sevgili torunu, Sevgi Edirne Kutlukan’ın, bana

da gönderme lütfunda bulunduğu, “Edirne Müdafii Mehmet

Şükrü Paşa” kitabından öğreniyoruz.

Soğuk bir Mart sabahının ilk ışıkları Selimiye’nin kubbelerine

vururken, Edirne Kalesi’nde beyaz bayrak dalgalanmaya

başlar.

Selimiye karanlıklara gömülmüş, evlerden sokaklardan imdat

sesleri yükselmektedir.

Düşman açık morga girer gibi girer Edirne’ye.

Değil siviller, askerlerimiz bile açlıktan yerlere yatmış, “ne

olur bir dilim ekmek” diye yalvarmaktadır.

İstanbul’un demir kilidi kırılmıştır. Yollarda yine göç vardır.

“Söyle anam söyle, İstanbul düşer hangi yana”

İşte, çaresiz insanların Gazze’den kaçışını görünce, Balkanlardaki

bu hazin göç düşüyor hayalime.

Gazze tam bir kuşatma altında.

Evler yıkılıyor, kapılar kırılıyor, çığlıklar yükseliyor…

Keşke insanlar kaçabilseler ama ona bile izin yok.

Gazze’deki insanların, koyun-kuzular gibi meleştiğini gördükçe

Hz. Ömer dönemindeki bir hadiseye gidiyor hayalim.

Sahrada sürülerini otlatan çobanın koyunlarına bir gün kurt

saldırır. Çoban;

“Vallahi Ömer öldü” diye bağırır.

“Nereden biliyorsun Ömer’in öldüğünü?”

“Ömer hayatta iken kurtlar sürülere saldırmıyordu” der. Osmancığın

öldüğünü bugün daha derinden hissediyoruz.

Ah Osmancık ah!

Senden sonra, insanlık can çekişiyor.

Senin döneminde kurtlar bu kadar pervasızca saldırmıyordu

sürülere.

 

Daha Abdülhamit dönemi gibi yaralı bir dönemde bile, sen

kaşlarını çatınca; Fransa, Peygamberimiz (a.s) aleyhindeki oyunu

kaldırıyordu sahneden.

Ya şimdi…

Gazze yanıyor…

Gazze ağlıyor…

Gazze zorda…

Gazze açık bir morg gibi.

Kadınlar , kucaklarında korkudan gözleri büyümüş yavrularıyla

yine yollarda…

Herkes yine birbirine soruyor;

“Söyle anam söyle, Ferah Kapısı düşer hangi yana”

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.