Ferah Kapısı Düşer Hangi Yana?
Kış, nesi var nesi yoksa almış gelmiş, sonbaharın son kalıntılarını
da bütün mevzilerden söküp atıyordu.
Balkan soğukları, kışı iyiden iyiye kışkırtmıştı.
Tren vagonlarının sadece içi değil, üstü de balık istifiydi.
Donanlar, karların üzerine, raylara düşüyor, tren iki de bir
duruyor ve ancak cesetler temizlendikten sonra yoluna devam
edebiliyordu.
Dağ yolları, dereler, tepeler insan olmuş Edirne’ye doğru
akıyordu.
Bir insan seli ki… Yüzlerce koldan gelerek bir nehir yatağında
birleşen sular gibi serhat şehrimiz Edirne’den içeriye
akıyordu.
Dudaklarda hep aynı söz;
“Ağla anam ağla
Edirne düşer hangi yana.”
***
Günlerdir, Gazze yanıyor…Masum bebekler ölüyor…
Çaresiz kadınların kucaklarındaki çocuklarla, ellerindeki
kırık derik eşyalarla, beyaz bezleri bayrak yapıp sallayarak,
Gazze’den korku içinde kaçışları; Balkanlardaki yüzbinlerin
Edirne’ye doğru göçünü getiriyor hayalime…
Devlet-i Aliyenin son yılları…
Koca Çınarın kalın ve kızıl yapraklarının, solgun sonbahar
rüzgarlarında savrulduğu yıllar…
Altı asırdır âlemi aydınlatan güneş, gurup ediyordu.
Gül bahçelerine, bağlara, bostanlara, koyu gölgeler çöküyor,
geride koyu kızıl karanlıklar kalıyordu.
Son kalan kalelerden uçurulan güvercinler, çelik kanatlarıyla
süzülüyordu kızıl ufuklarda.
“Yardımınız gelecekse beyaz güvercini, gelemeyecekse siyah
güvercini gönderin” diye yazılı mektupların, kırmızı ayaklarına
bağlanarak; okşanarak, sevilerek, Besmele ile, Edirne canibine
salınan güvercinler…
Fakat, ufuklarda hep o siyah güvercinlerin göründüğü günler.
Balkanlar kaynıyordu…
Balkanlar yanıyordu…
Kapılar kırılmaya başladı mı feryatlar, iniltiler de başlar, anasından
ayrılan kuzular gibi meleşirdi insanlar.
Tıpkı Gazze’ de yaşananlar gibi…
Köylerde, kasabalarda önce erkekler , sonra da çocuklar ve
kadınlar topluca öldürülüyordu.
Her şey mahşer macerasıydı.
Çaresiz analar, “Anne! Bizi bırakma” diye yalvaran yavrularına;
“Biraz sonra baban gelip seni alacak” diyerek bebeklerini
bırakıp kaçıyorlardı.
Halbuki, o babalar çoktan şehit olmuştu. Nice şehit çocukları
bırakıldı, Balkanlar’da. Tarih, en büyük göç hareketini
yaşıyordu.
Yanıbaşındaki suyu bile alamayacak kadar yaralı, hasta, yaşlı
insanlar kendi kaderlerine bırakılıyordu.
Bir çocuk, başucuna oturmuş ölmüş anasına su veriyordu.
Bir asker, ölü beygirine dayanmış can çekişiyordu.
Yollar kardı, kıştı…
Dizlerinde derman kalmayan kadınların dudaklarında hep
aynı söz;
“Ağla anam ağla, Edirne düşer hangi yana”
Tarlalar boş, bağlar bakımsızdı. Onları işleyen kollar kopmuştu.
Perişan insanlar, yollardan, dağlardan, derelerden sel gibi
Edirne’ye doğru akıyordu.
Yaşlılar, yaralılar yalvarıyordu;
“Ne olur bizi bırakmayın.”
Balkan köylerindeki, kasabalarındaki o hülyalı günler, Eski
Zağra, ılıca, Kızanlık … şenlikleri yerini çığlıklara bırakmıştı.
En lüks fayton arabalarında bile rahatsız olan beyler, zarif
hanımefendiler dağlarda, yollarda yük taşıyor araba çekiyorlardı.
İnsanlar evlerinden koparılıyor, aileler parçalanıyor, yürekler
bölünüyordu.
O, güzel Rumeli kızları yanık sesleriyle;
“Yarim gurbet elde, ateşi bende
Vermişim gönlümü sendedir sende” diyerek Edirne’ye doğru
koşuyor, koşuyordu
Silahı olmadığı için nice askerimiz, düşman askerine sarılıp
birlikte atlıyordu, Balkanlar’daki uçurumlara.
Istıranca Dağları’nda hiçbir ağaç yoktur ki dalında bir askerimiz
asılmamış olsun…
Gazi Osman Paşa’nın Plevne’sinde, ne askerin giyeceği çorap
ne de yaraları saracak sargı bezi vardı.
Pantolonları parçalanan askerler kadınların şalvarlarını giyiyordu.
On yedi bin nüfuslu Plevne’de on bin yaralı vardı.
O günlerde her evden birkaç yaralı askerin iniltisi duyuluyordu..
Şanı büyük Osman Paşa ordusuyla birlikte esir düşer ve
tarihin en büyük müdafaa savaşlarından birini yapan kahraman
ordunun 30 bini karlı buzlu esaret yollarında soğuktan,
açlıktan, hastalıktan kırılır.
Esir değişiminde sadece 12 bin kadarı ülkesine dönebilir.
Balkanlarda göç vardır…
Yollarda, perişan çocuklar, kadınlar vardır…
Yollarda başlarında esir kumandanlarıyla birlikte esarete yürüyen
kahraman askerler vardır.
“Bir dilim ekmek, ne olur bir dilim ekmek” diyen askerler…
Ekmek yerine süngü yiyen, kurşun yiyen askerler… Çoğunun
ayakları çıplak, elbiseleri lime limedir.
Altı asır göklerde görülen Devlet-i Aliye güneşi, derelerden,
dağlardan, vadilerden çekilmektedir.
Kalelerde dalgalanan bayraklar bir bir inmektedir.
İstanbul, yatağından başını zor doğrultan bir hasta gibidir.
Osmancık can çekişmektedir.
93 Harbi, Tuna’nın hep öte yakasında yaptığımız savaşları
bu yakaya taşımış ve bir iç şehir olan Edirne’yi serhat şehri haline
getirmiştir.
1912’nin sonbaharında son serhat şehrimiz Edirne de kuşatılır.
Edirne Müdafii Şükrü Paşa, savaş öncesi yazar vasiyetini;
“Düşman, hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem, kendimi şehit
kabul etmiyorum; beni mezara koymayın.
Etimi köpekler ve kuşlar çeke çeke yesinler.
Fakat müdafaa hattımız bozulmadan ölürsem, kefenim, lifim,
sabunum çantamdadır. Beni buraya gömünüz”
Şarkın soylu evladı Şükrü Paşa’nın, değil askerlerin, soylu
atların bile açlıktan ve soğuktan ölümünü, esaret dönüşü evlatlarına
anlatırken; gözyaşlarını tutamadığını zarif bir Osmanlı
hanımefendisi olan sevgili torunu, Sevgi Edirne Kutlukan’ın, bana
da gönderme lütfunda bulunduğu, “Edirne Müdafii Mehmet
Şükrü Paşa” kitabından öğreniyoruz.
Soğuk bir Mart sabahının ilk ışıkları Selimiye’nin kubbelerine
vururken, Edirne Kalesi’nde beyaz bayrak dalgalanmaya
başlar.
Selimiye karanlıklara gömülmüş, evlerden sokaklardan imdat
sesleri yükselmektedir.
Düşman açık morga girer gibi girer Edirne’ye.
Değil siviller, askerlerimiz bile açlıktan yerlere yatmış, “ne
olur bir dilim ekmek” diye yalvarmaktadır.
İstanbul’un demir kilidi kırılmıştır. Yollarda yine göç vardır.
“Söyle anam söyle, İstanbul düşer hangi yana”
İşte, çaresiz insanların Gazze’den kaçışını görünce, Balkanlardaki
bu hazin göç düşüyor hayalime.
Gazze tam bir kuşatma altında.
Evler yıkılıyor, kapılar kırılıyor, çığlıklar yükseliyor…
Keşke insanlar kaçabilseler ama ona bile izin yok.
Gazze’deki insanların, koyun-kuzular gibi meleştiğini gördükçe
Hz. Ömer dönemindeki bir hadiseye gidiyor hayalim.
Sahrada sürülerini otlatan çobanın koyunlarına bir gün kurt
saldırır. Çoban;
“Vallahi Ömer öldü” diye bağırır.
“Nereden biliyorsun Ömer’in öldüğünü?”
“Ömer hayatta iken kurtlar sürülere saldırmıyordu” der. Osmancığın
öldüğünü bugün daha derinden hissediyoruz.
Ah Osmancık ah!
Senden sonra, insanlık can çekişiyor.
Senin döneminde kurtlar bu kadar pervasızca saldırmıyordu
sürülere.
Daha Abdülhamit dönemi gibi yaralı bir dönemde bile, sen
kaşlarını çatınca; Fransa, Peygamberimiz (a.s) aleyhindeki oyunu
kaldırıyordu sahneden.
Ya şimdi…
Gazze yanıyor…
Gazze ağlıyor…
Gazze zorda…
Gazze açık bir morg gibi.
Kadınlar , kucaklarında korkudan gözleri büyümüş yavrularıyla
yine yollarda…
Herkes yine birbirine soruyor;
“Söyle anam söyle, Ferah Kapısı düşer hangi yana”