HARUN TOKAK

Her teklif herkese yapılmaz

Onun bir vatanı, bir komutanı, bir de kefeni vardır.Adı Zenci Musa’dır.

Sudan’lıdır ama Osmanlı’ya sevdalıdır.

İri-yarı, iki metre boyunda…

Akif’in Safahat’ındaki tanımı;

“Eşref Bey’in emir eri Zenci Musa

Omzundan arşa yükseldi nebi İsa” dır.

Trablusgarp’tan Balkan Savaşı’na, Çanakkale’den Kudüs’e, Yemen’den İstiklal Mücadelesi’ne…

Yangından yangına koşan bir küheylandır.

Üzerimize akşam güneşinin sonsuz melalinin çöktüğü günlerdir.

Yemen çöllerinde ihanete uğrayan Yedinci Kolordu’muza yardım götüren kafilede Zenci Musa da vardır.

Eşref bey kafile komutanı, Zenci Musa da onun yaveridir.

İstanbul’dan yola çıkan kafile Medine’de mola verir.

Fahreddin Paşa’nın, şanlı askerleriyle nöbet tuttuğu Medine, başına gelecekleri gönül aydınlığında hissetmiş bir derviş gibidir.

Sayısız şehitlerin kanları karşılığı kazanılan Hicaz toprakları bir bir elden çıkmaktadır.

Anadolu dışında, bayrağımızın dalgalandığı tek yer Medine Kalesi’dir.

Soğuk bir kış gecesi…

Büyük ruhların derinleştirdiği diri bir sessizliğin, içli bir musiki gibi yükseldiği Medine, dağı-taşıyla ışıklı bir uykudadır.

Zenci Musa, ışık ve gölgelerlerin gizemindeki sokaklarından geçerek, Harem-i Şerife doğru gitmektedir.

Ay ışığında ağaran Uhut, hörgüç hörgüç gözlerinin önündedir.

Geçmişte orada yaşanmış olanlardan hüzünlenir.

Göğüslerini, Güllerin Efendisi’ne siper eden yiğitler düşer hayaline.

Ve bir kor düşer yüreğine.

Güllerin Efendisi’nin son anlarını, son akşam namazını, son sözlerini düşünür.

Hani, mecali olmadığı için minberin üst basamağına çıkamamış, ilk basamaktan konuşmuştu;

” Dağılmayın, birleşin, sizden öncekiler dağıldıkları için helak oldular”

Zenci Musa’nın dolgun yanaklarından dökülen yaşlar, gecenin siyah saçlarına düşer.

“Ama biz dağılıyoruz Ya Rasulallah! Alem-i İslam dağılıyor.

Ey iki cihan güneşi! Gelişinle geceler bile aydınlanmıştı, şimdi gün ortasında karanlıkta kalıyoruz. Mehmetçiğin memleketinde kirazlar al al oldu, onlarınsa burada üstleri başları kan kırmızı, çocukları öksüz kaldı. Sen yetimin halinden bilirsin Ya Rasulallah! Bizi senden koparmak, senden yetim bırakmak istiyorlar”

Gece boyunca, Güllerin Efendisi’nin komşuluğunda sarsıla sarsıla ağlar, kan çanağına döner siyah gözleri.

Şafak sökerken, geldiği sokaklardan geri döner.

Sonraki gün iki kafile halinde Yemen’e doğru yola çıkarlar.

Zenci Musa önde ki, Eşref Bey, arkadaki kafilenin başkanıdır.

Önlerinde uçsuz bucaksız bir çöl…

İki kafilenin arası daima göz mesabesindedir.

Birisi baskına uğradığında diğeri yanındaki yardımı yerine ulaştıracaktır.

Çöl zifiri karanlığa gömülünce öndeki kafilede yanan fener, konaklama işaretidir. Ocak ayının on biridir.

Zemheri rüzgarları acı günlerin habercisi gibi çölde çığlık çığlığadır.

Gecenin bir saatinde, Giritli İsmail gelir, Eşref Paşa’ya;

“Kumandanım! Babam şehittir. Az önce rüyamda gördüm: ‘vasiyetini yap, yanıma geleceksin,’dedi. İnanınız ölümden korkmuyorum ama çocuklarım çok küçük onlar size emanet”

Eşref Bey acı acı gülümser; “Sen çocuklarını düşünme! Ama daha ülkemiz için yapacağın çok işler var” diyerek teselli eder onu.

Çölde gün ağarmaktadır.

Bu defa, Eyüp Berzenç selamlar, Eşref Bey’i.

“Kumandanım az önce rüyamda iki oğlumu ellerinden tutarak, getirip size emanet ediyordum, çatışmada ben ölüyorum, siz sağ kalıyorsunuz.”

Ölüm meleği sanki aralarında dolaşıp, durmaktadır.

Çölde ışıyan günle birlikte yola revan olurlar. Cembele’de bedevi kılavuz hecinin yularını çekerek bağırır;

“Eşref Bey! Dünya insan olmuş üzerimize geliyor.”

Bir insan seli, yılan gibi kıvrılarak üzerlerine gelmektedir.

İki bin beş yüz kişilik bir kuvvetle kuşatılırlar.

Çölde gün batıncaya kadar savaşırlar.

Çölde sabah oluncaya değin direnirler…

Esir edileceğini anlayan Eşref Bey, eşine ve evlatlarına bir şeyler yazmak istediğinde kalemi bulamaz.

Güneşin doğuşu öncesi aydınlığın vurduğu bir kum tepesinin siperinde, çöl dikenlerini kanayan yaralarına batırarak bir şeyler yazmaya çalışırken etrafı bir anda sarılır.

Soğuk bir ocak güneşinin ilk ve taze ışıkları, kırk kadar Mehmetçiğin kumlara uzanmış kanlı cesetlerine doğar.

Eşref Bey, esir olmuş götürülürken, şehitlerine seslenir;

“Sizler, Güllerin Efendisi’nin insanlığa merhamet olan sancağının inmemesi için, aslanlar gibi vuruştunuz. Sizi bu çöllerde bırakmıyor, yüreklerimizde götürüyoruz; Yasinlerimizde, türkülerimizde yaşayacaksınız. Büyük acılar büyük hamleleri doğurur, ruhlarda binlerce lambalar yakar, gidiyoruz ama yüreğimizde bu sevda olduğu müddetçe bir gün yine geleceğiz biz gelemesek bile nesillerimiz gelecek…”

Sonraki nesillere bir davet mektubu gibidir bu sözler.

Ya Rabbi! Ne çileli bir milletmişiz. Kardeşinin biri Hicaz çöllerinde can verirken diğeri Yemen Çöllerinde, bir diğeri Orta Asya bozkırlarında Tanrı Dağları’nın eteklerinde can veriyordu. Ana kucağından, baba ocağından, yavrusundan, yuvasından çok uzaklarda can vermek nasıl bir şey Ya Rabbi!

Acı gerçeği, Yemen’e Enver Paşa bildirir.

“Eşef Bey komutasında size göndermek üzere olduğumuz 150 bin altın, Fransız, İtalya, ve İngiliz subaylarının emrindeki Şerif Hüseyin’e ait askerler tarafından talan edilmiş, Eşref bey ve üç askerimiz hariç diğerleri şehit edilmiştir. Şimdilik size başkaca bir yardım gönderecek durumda değiliz. Kuşatmayı da yarıp size ulaşma imkanımız olmadığından, şartlara göre en doğru kararı vereceğinizi umuyor Cenab-ı Allah’ın yardımcınız olmasını diliyoruz. Enver.”

Böylece son umut ışıkları da söner, Yemen’de.

Bu hengâmede Zenci Musa’nın, fedaileriyle kendi kafilesindeki altınları kurtardığından İstanbul’un haberi yoktur.

Yemen’deki 7. Kolordu kumandanımız, gecenin en karanlığında Zenci Musay’ı karşısında görünce gözlerine inanamaz.

Onca fedakârlığa, onca şehide, onca acıya rağmen Yemen’i de kaybederiz.

Çünkü, Cihan Harbi’nde hakkımızda ‘mağlup’ kararı verilmiştir.

Zenci Musa, Anadolu’ ya döner.

“Ben bu fakir milletten emekli maaşı alamam,” diyerek kendisine bağlanmak istenilen maaşı kabul etmez.

Galata gümrüğünde hamallığa başlar.

Her bahar bir ana gibi evlatlarını Tuna Nehri’nin ötelerine uğurlamaya alışkın İstanbul, namahrem bakışlar altında, iffetli bir kadın gibi terden sırılsıklamdır.

Bir gün, işgal kuvvetleri komutanı General Harrington, Galata gümrüğünü gezerken, yanındakilerden biri;

“İşte 300 bin altını Yemen’e kaçıran Zenci Musa” der.

General;

“Eğer bizimle çalışırsan seni altına boğarım.”

Zenci Musa kendine yakışan cevabı verir;

“Her teklif herkese yapılmaz, bu sözleriniz beni sadece rencide eder. Benim tek vatanım, tek bayrağım ve tek komutanım var, bu iş daha bitmedi, sizinle mücadelemiz devam edecek…”

Bu sözler, genç cumhuriyetin önsözü gibidir.

Zenci Musa, gündüz Galata gümrüğünde çalışır, geceleri de Anadolu’ya silah sevkiyatı yapar.

Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’nde veremden vefat ettiğinde tahta bavulundan, Bir Osmanlı haritası, Eşref Bey’in bir resmi, bir de kefeni çıkar.

Dedim ya! Her yiğidin olduğu gibi, onun da bir vatanı, bir komutanı, bir de kefeni vardır.

Leave a Comment

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.