Asya’da bayram sabahı
Bu bayram günü, gittikleri diyarlara bayram sevinci götüren gurbetteki yiğitler düşüyor hayalime.
1990 Yılı… Demir perde yeni yıkılmıştır.
Soğuk bir Ocak Ayı’dır.
Işık Süvari’leri sabahın ilk ışıklarında düşerler, yollara.
Yollar kardır, kıştır.
“Koşunuz, orada sizi bekleyen kardeşleriniz var” sesinin sıcaklığında ısınırlar.
Anadolu’nun bereketli bağrından kopan ilk Önden Giden Atlılar, bir ikindi vakti Sarp Sınır Kapısına dayanırlar.
Soluk soluğadırlar.
Korku, endişe, özlem, hasret yüreklerinde bir biriyle yer değiştirerek yanıp duran korlar gibidir.
Ya içeri almazlarsa? Ya yetmiş yıldan beri ayrı kaldıkları kardeşlerine kavuşamazlarsa? Daha da kötüsü ya bunca yıldan beri yüreklerinde büyüttükleri aşka karşılık bulamazlarsa?
İlkin Saadettin Bey, Ayet’el Kürsi okuyarak yürür sınır kapısında duran askere doğru.
Dudakları kıpır kıpırdır.
Ardı arkası kesilmeyen bildik sorular, sorular…
Kimsiniz?
Nereye gidiyorsunuz?
Ne yapacaksınız?
Kimlerle görüşeceksiniz?
Ve gittikçe tükenen ümitler… Derken kontrol edilen eşyaların arasında askerin gözüne ilişen Kur’an…
Nefesini iyice tutar Saadettin Bey, bittiğimiz andır diye düşünür.
Asker, güzel bir Türkçeyle;
“Bu ne?”
“Kur’an”
“Kur’an mı?… babam çok istedi öğrenmemi ama öğrenemedim…” başını umutsuzca iki yana sallayarak;
“Şartlar işte…çocuklarım hiç Kur’an görmediler, bunu onlara götürebilir miyim?” derken gözleri buğu buğudur.
Saadettin Bey hayretler içersindedir; “Allah’ım! Ben hayal mi görüyorum?” diye düşünürken, asker, “buyurunuz” diyerek Asya’ya giriş kapısını gösterir.
Asya’ya ilk adım atılmıştır. Gök kapıları gıcırdamış, Asya kapıları açılmıştır.
Sırasıyla diğer arkadaşları da birer ikişer geçerler Sarp Kapısından.
Sarp bir yokuş geçilmiştir.
O gün bu ilk adımların sahipleri acaba, yeni bir zamanı başlattıklarını biliyorlar mıydı?
1400 yıl önce Mekke’den Medine’ye doğru atılan ve yeni bir zamanı başlatan kutsal adımları, çöldeki kumların hiçbir zaman örtemediği gibi, zamanın ahirinde Anadolu’dan Asya’ya atılan bu ilk adımları da zamanın örtemeyeceğini biliyorlar mıydı?
Bunları düşünecek vakitleri yoktu. Hepsi on dört arkadaştılar…
Ellerini gözlerine siper ederek, bereketli Asya topraklarına şöyle bir bakarlar.
O anı en ince ayrıntısına kadar hissetmek ve hatırlamak için öylece dururlar…
Bir anda bozkırın rüzgarlarına at kişnemeleri, toynak sesleri karışır, kopuz sesleri, domra sesleri duyarlar.
Güneş kızıl atıyla guruba doğru koşarken onlar da soluk soluğa koşarlar Asya içlerine.
Yıllar önce , Ahmet Yesevi’inin, Şah-ı Nakşibendi’nin talebeleri nasıl Anadolu’ya koşmuşlarsa şimdi de, Anadolu’nun bereketli topraklarından kopan gönül erleri Büyük Asya topraklarına doğru koşuyorlardı.
Tarihi bir vefa borcunu ödeme vaktiydi.
Yürek yangınlarıyla yürürler, yarınlara.
İlk durakları Batum’dur.
Evleri, caddeleri ve sokaklarıyla sanki 50 yıl öncesinin bir Anadolu şehridir burası.
Bir Tatar Mescidi’nin önüne geldiklerinde, çekerler dizginleri.
Önden Giden Atlılar’ı karşısında gören mütevazı mabet, ağlamaklı olur, masum bir çocuk gibi dudağını burar, içini çeker;
“Neredeydiniz” der gibi bir hali vardır.
Pencereleri sıkı sıkıya kapalı, kapısı kilitlidir.
Paslı kilidi açarak girerler içeri.
Her taraf toz toprak içindedir.
Mendilleriyle burunlarını kapatarak hummalı bir temizliğe başlarlar:
Çok geçmeden, sahipsizlikten saçı sakalı birbirine karışmış da; merhametli bir el tarafından sokaktan alınmış, bol köpüklü sıcak suyla hamamda yıkanarak, üstü başı tertemiz giydirilmiş, saçı sakalı traş edilmiş, sevinci yüzüne sinmiş bir insana döner, tarihi Tatar Mescidi.
Ve Mehmet Şevki Bey’in ezanıyla canlanır yaslı minare.
Tekbirle birlikte önce bir gül esintisi dolar yüreklerine, sonra da Ka’be bütün ihtişamıyla dikilir karşılarına.
Dışarı çıktıklarında bir de ne görsünler!Tam da düşündükleri gibi olmuş, yetmiş yıl sonra ilk defa ezan sesi duyan kadınıyla erkeği ile herkes mescide koşmuştur.
Uzak yakın evlerden koşup gelen insanlar gurbetteki yakınlarına kavuşan hasret dolu yürekler gibi boyunlarına sarılıp, ağlamaktadırlar.
Sanki Asya’da bir bayram sabahıdır.
Göz yaşları içinde bir adam;
“Rahmetli dedem, ‘Günün birinde buralara Türkler gelecekler, onlar geldikten sonra ülkemizde çok şeyler değişecek’ derdi, o günlerde o sözleri kabullenmek imkansızdı ama dedem doğru söylüyormuş, biz onu anlayamamışız”
Yaşlı bir kadın;
” Evlatlarım,okuduğunuz ezanı ta çocukluk yıllarımda duyardım. Bu minare bir gün bütün bütün sustu. Ama ben ne zaman önünden geçsem içimden bir ses ‘Saime , bu sesi bir gün yeniden duyacaksın, o mutlu huzurlu günleri yine göreceksin’ diyordu. Ölmeden önce o sesi bana duyurdunuz ya artık ölsem de gam değil. ”
Batum’dan sonraki durak, Tiflis’tir.
Önce Sanan Tepesi’ne çıkarlar.
Burada bütün ruhuyla; hep önden giden bir kandil gibi, ,yıllar önce önündeki bereketli ovaya bakarak, “medresemin planını çiziyorum” diyen zatın sesini duyarlar.
Öğle namazı için gittikleri Azeri Camiinde de, cemaat; misafir etmek için birbirileriyle yarışır.
Sonunda, en yaşlıları olan Nuri Amca’ya misafir olmaya karar verirler.
Sohbet sırasında; Türkiye’ye tahsil için öğrenci götürebileceklerini, gerekirse burada da okul açabileceklerini, yatırım yapabileceklerini dile getirirler.
Yıkılmış olan kardeşlik köprülerini yeniden inşa etmektir arzuları
Nuri Amca bu fedakar insanları dinledikten sonra;
” Evlatlarım! Ben sizin derdinize derman olacak adamı biliyorum. Hemen şurada az ilerde bir köy var, Karacalar…Orada, herkesin hürmet duyduğu Molla Ahmet adında bilge bir insan vardır, siz varın yapmak istediklerinizi bir de ona anlatın” der.
Sarp kapısından geçtiklerinin üçüncü günü 11 Ocak’ta Karacalar Köyü’ne ulaşırlar.
Karacalar…
Ovanın ortasında bir başına bir köy…
Acımasız bir adamın aralıksız inip kalkan silleleri karşısında iki eliyle başını gözünü saklamayan çalışan savunmasız bir adam gibi, kışın sert sillelerinden bîtab düşmüş bir köy…
Ortalıkta hiç kimsecikler yoktur. Uzakta bir başına duran bir adamı fark ederler. Yanına varıp selam verirler.
“Biz Molla Ahmet’in evini arıyoruz”
“Ben oğluyum, sizi bekliyorum”
Önden Giden Atlılar, hiçbir şey söylemeden adamın rehberliğine bırakırlar kendilerini.
Dar ve çamurlu sokaklar geçilir.
Evin bulunduğu sokağa geldiklerinde, mahalleye yayılmış olan yemek kokularını fark ederler. Düğün ya da mevlid olmalı diye düşünürler.
Avluya açılan yeşil boyalı koca kapıdan girdiklerinde, kazanlarda pişen yemeklerin buhar buhar kokularıyla karşılaşırlar.
“Konuklar geldi” sesiyle birlikte gözler koca kapıya çevrilir.
Kazanların başındaki iri yapılı, buhara kalpağının kendisini daha bir heybetli kıldığı bir adam konuklara doğru yönelir.
Yüzünden vakar dökülen, doksanındaki bu insan Molla Ahmet’tir.
Daha konuklara hoş geldiniz demeye fırsat bulamadan, olduğu yere yığılır, kalır.
Herkesi bir telaş alır.
Nice zaman sonra kendine geldiğinde ;
“Evlatlarım, bu gece Peygamberimiz (sav), sizleri işaret ederek;
‘Molla Ahmet, yarın Türkiye’den bu benim evlatlarım gelecek, onlara ikram et ve iyi davran’ buyurdular.
Asya baharını kışkırtan ilk ışıklar, bu mütevazı köydeki bu evden fışkırır.
Molla Ahmet, ışığa uzanan kirpiklerinde irileşen yaşlı gözlerle zamanın alnına altın harflerle asılan şu sözleri söyler;
“Evlatlarım! Bu günü kaydedin, bu gün bayramdır.”