Çöle düşen yiğit…
Geçtiğimiz günlerde karlı dağlara verdiğimiz bir yiğidin arkasından, çöle düşmüş bir başka yiğit düştü hayalime.
“Bana siyah güllerimi verin, onlar anlar beni” diyen bir yiğit.
Güzel ve güneşli bir gün.
Tanzanya’nın başşehri Dar’es-selam’daki Feza Kolejinin bahçesinde yatan bir yiğidin başucundayım.
Başında keşanat ağaçları nöbette…
Dalları gibi gölgeleri de karışık olan keşanat ağaçlarının ışıklı gölgesinde öylece yatıyor.
Tatlı bir aydınlıkla cilvelişiyor gölgeler.
Bir bahar esintisi yayılıyor gönlüme.
Bahçede oynayan çocukların cıvıltılarını duyan bu yiğit kimdi?
Neden burada yatıyordu?
Niçin, Anadolu’da bir çeşme başına uzanıvermiş gibi, uçsuz bucaksız bu çölün ortasına uzanıvermişti?
Bize dünya hayatının bir ağacın altında gölgelenmek, az biraz dinlenmek sonra da yeniden yola devam etmek olduğunu mu anlatmak istiyordu?
***
Kara kıtanın alperenlerinden dinliyoruz gurbetteki yiğidin bilcümle hikayesini.
Dadaşlar diyarı Erzurum imiş memleketi.
Yani yiğidin harman olduğu yerdenmiş.
Düşmanın, sade erkeklerinin değil, kadınlarının bile adını duyunca ürperdiği, kahraman şehirden.
Bir gün işadamı dostlarıyla Tanzanya’daki Türk Okullarının durumunu yerinde görmek için yaptıkları bir gezide bu yoksul ülkenin sevdası düşmüş yüreğine.
Başkent Dar’es-selam’da yağmurlu havalarda binlerce su göletlerinin oluşması, arabaların yarı bellerine kadar suya batması da vazgeçirememiş onu bu sevdasından.
Hint Okyanusunun üzgün bir gelin gibi bu yoksul ülkeye bakışı, dokunmuş yüreğine.
Hele, Feza Türk kolejine uğradıklarında,
Siyah incilerin Türkçe “hoş geldiniz” demesi, İstiklal marşımızın okunması, Öğretmenlerin cana yakınlıkları, derinden etkilemiş Hakan Usta’yı.
Yeni Müslüman olan Jozef’in;
“Siz başka beyazlar benzemiyorsunuz, niye daha erken gelmediniz, annem çok müşfik bir kadındı sizi görseydi kesin Müslüman olurdu. Sizin yüzünüzde yalan yok” sözleri bir hançer gibi saplanmış yüreğine.
Türkiye’ye döndüğünde her vesile ile “Ben Hakan Usta, Tanzanya’lıyım” demeye başlamış. Siyah güllerin sevdası düşmüş yüreğine.
Anası, kararlılığı karşısında” Git oğlum Allah yolunu açık etsin” demişse de; ayrılık yakmış yiğidin anasını.
Olan hep anaların yüreğine olur ya.
Son sabah namazını ailesi ile birlikte büyük mücahid ve muhacir Eyüp Sultan’ın türbesinde kılmış.
Tanzanya günlerine;
“Allah’ım! Bize Tanzanya’yı sevdir, gayemizden ayırma, bizi nefislerimizle baş başa bırakma” duasıyla başlamış.
Çocukları, Haluk ve Tuba için siyah incilerle birlikte okumak ve yeni okullarına alışmak hiç de kolay olmaz.
Gurbette çocuk olmak zordur.
Sanki büyümüş de yeniden küçülmüş gibidirler.
Bir çocuk kalbini ülkesinden, sokakta birlikte oynadığı arkadaşlarından, okulundaki öğretmenlerinden koparmak kolay değildir.
İşini kurmuştur.
Artık siyah incilerinin arasındadır.
Geniş bahçesini tropikal ağaçların süslediği güzel bir evleri vardır. Bu güzel ve geniş eve taşındıkları günden beri Arzu Hanımın içinde garip bir sızı, her geçen gün gönlünü biraz daha daraltır.
Hakan Usta öğle yemeklerini işyerinde birlikte çalıştığı siyah incileriyle yer.
Bu onlar için inanılmaz bir durumdur.
Bir küheylan gibi koşar kızgın çöllerde.
Perişan camileri görünce, Selimiye’nin, perişan bir hastane görünce de modern bir hastanenin hayalini kurar.
Bitmez tükenmez hayalleri vardır.
Sanki vaktinin çok az olduğunu biliyordur da, içinden bir ses sürekli hep “acele et” demektedir. .
2006 yılı Ramazanı gurbetteki ilk ve son Ramazan’ıdır.
Gurbette zordur, Ramazan…
Dostlar ,akrabalar, gürül gürül okunan ezanlar, salalar yoktur.
Kubbelerden taşan tekbirler duyulmaz, minarelerde yanan mahya ışıkları görünmez.
Son Ramazanında, her akşam iftar verir siyah incilerine.
Kendi elleriyle hizmet eder, siyah güllerine.
İster ki Ramazan medeniyetini onlar da görsünler.
Onları yemekten ziyade bir beyazın kendilerine hizmet etmesi büyüler.
Beyaz acı, beyaz işkence, beyaz zulüm demektir.
Her eve, her yüreğe yetecek acılar bırakmıştır beyazlar.
Arzu Hanım bir gece rüyasında; Hakan Ustanın büyük ve nurani bir zatın arkasından yürüdüğünü, sıra sıra büyülü kapılardan geçtiklerini, kendisinin de onlara yetişmeye çalıştığını ama yetişemediğini görür.
Rüyasını eşine anlattığında;
“Ben öldüm, bilmiyor musun “der.
Ölüme kurulmuş bir saat gibidir.
Arzu Hanım;”Sus bunları konuşmayalım” dese de, gördüğü düşler, içindeki korku ateşine durmadan odun taşımakta, ölüm dalgaları düşlerinin sahillerini acımasızca dövmektedir.
Arzu Hanımın içinde tutuşan o bir tutam alev, artık yanardağlara dönüşmüştür.
Son baharın son günleridir.
Kasım bulutları Hakan Usta’ya ağlıyor gibidir.
Sonbahar rüzgarlarının Arzu Hanımın yüreğindeki yanardağları, iyiden iyiye savurduğu bir akşam, biraz nefes almak için ertesi gün Hint Okyanusunun kıyılarına gitmeye karar verirler.
Sabah, Arzu Hanım, uyandırmak için yanına vardığında Hakan Ustanın yüzünü bembeyaz görür, terler içindedir de.
Yüreği hoplar birden.
Sarsar, uyandırır.
“Ne bu ter” dediğinde;
“Bunlar ecel terleri” diye cevap verir Hakan Usta.
Ecel, kapının önünde kişneyip duran bir at gibidir.
Hint Okyanusunun kıyılarında manzara muhteşemdir. Okyanustan esen rüzgârlar, iyot kokuları taşımaktadır.
Arzu Hanım, okyanuslara dalsa, bir damla değmeyecektir yanan yüreğine.
Bir aralık Hakan Usta az ilerdeki üniversite arsasına bakmak için ayrılır.
Arsa, Hint Okyanusuna nazır, muhteşem bir yerdir.
Hakan Usta, Alptekin Öğretmenle birlikte, hayalindeki üniversiteyi kurmaya başlamıştır bile.
Şurası Rektörlük binası, burası yurt binası, şu bölge fakülte binaları vs..
Çocukların cıvıltılarını duymaya başlarlar.
Dönüşte bir tepeyi aşarken devrilir arabaları.
Hiç birinde yara bere izi yoktur. Kazayı ucuz atlatmışlardır.
Arzu Hanım da çocuklarıyla hastaneye koşar. telaşlanacak bir şey olmadığını görünce rahatlar.
Dostları yalnız bırakmaz Hakan Usta’yı.
Sırayla başında beklerler.
Feza Koleji muhasebecisi Mustafa Bey’in nöbetçi olduğu bir akşam ona vasiyetini sıralar.
“Cenazemi Tanzanya’ya gömün. Buradan götürürseniz hakkımı helal etmem.
Eşim ve çocuklarım burada kalsınlar. Ama gitmek isterlerse de hakkımı helal ederim.
Metin Ağabeyim gelsin işin başına geçsin, burada bu kadar yatırım yaptık zayi olmasın. Gelmek istemez ise hakkımı helal ederim.”der.
Yiğit görmüş gibidir, gurbette başına gelecekleri.
Seher yeli acılar taşımaktadır yüreğine.
Bir anda tansiyonu yükselir.
Arkadaşların, tam teşekküllü bir hastanenin ve Türkiye’den bir doktorun yokluğunu en çok da o gün hissederler.
Gurbet elde bir yiğit düşer kızgın çöllere.
Kızgın çöllerden, beyaz bir güvercin kanat çırpar gurbeti olmayan ufuklara.
Hafif bir rüzgar, sallar keşanatların dallarını.
Arzu Hanım, uyutulduğu derin uykularından gözünü açtığında; karşısında yetim yavrularını görür.
Bağrına basar babasız yavrularını.
Haluk büyümüş de küçülmüştür.
“Anneciğim babam Cennete gitti, neden kendini harap ediyorsun”
Daha birkaç gün önce, “burada tabutlar örtüsüz taşınıyor, şık durmuyor” diyerek Türkiye’den getirttiği yeşil bir örtüyle örterler üzerini.
İlk ona örtülmüştür .
Yiğit yüzlü beyazlarla, yürekleri sevgi dolu siyah incilerin bir birlerine sarılıp ağlamaları görülmeğe değerdir.
Bu, belki de, siyahların bir beyaz için döktükleri ilk gözyaşlarıdır.
Namazını bir önceki Cumhurbaşkanı kıldırır. Milli Savunma bakanı saf bağlar.
Okul Müdürü İbrahim Bey; Koca Usta’nın ortağı ve teyze oğlu Murat Bey’e;
“Okulu çok seviyordu, hep çocukların seslerini duymak istiyordu, acaba okulun bahçesindeki keşanatların altına mı gömsek?” der.
Murat Bey cevabı hazırdır ;
“Hayatta olup bunu duysaydı yeniden ölmek isterdi. Bir gün bu ağaçların altında otururken burayı bize verirler mi acaba, demişti”.
Şimdi çöle düşen o yiğit, okulunun bahçesinde siyah güllerinin sesini dinliyor.