Öğretmen Süleyman…
Öğretmen Süleyman…
Şubatın son günleri…
Karlı dağların kucağında üşüyen Çin sınırındaki Narin Şehri’nden dönüyoruz. Karlı yamaçlarda atlar, yaylıyor. Karların altındaki otlara erişmek için ayakları ile karları eşeledikleri için her taraf uçsuz bucaksız kar nadasları…
Bu hayvanlar, karınlarını doyurabilmek için değil, açlıktan ölmemek için, gecenin ayazını, kurtların saldırısını göze alıyorlar.
Dağların dorukları hala karlarla kaplı olsa da düzlüklerde kabaran toprak buhar buhar tütüyor, gelen bahardan müjdeler veriyor.
Bozkırın koynuna sokulmuş bir şehir görünüyor uzaktan.
Ana duvarları sarıya, çıkıntılı yerleri de kiremit rengine boyanmış güzel bir okul, tatlı esintiler taşımaya başlıyor yüreğimize.
Bir bahar yeli doluyor gönlümüze.
Süleyman Öğretmeni ilk kez işte bu okulda görmüştüm.
Henüz otuz yaşlarında bir delikanlıydı. İri yapılı, uzun boylu, dolgun yanaklı, ipek saçlıydı.
İlk aşkına koşan bir yiğit gibi koşmuştu, Karahanlılar’ın başkenti olan bu şehre.
Omuzları geniş, bakışları zirvelerdeki kayalardan bakan kartalı andırıyordu
Derinlerden bakan gözleri, kararlıydı.
Bu mütevazı öğretmenle, Tanrı Dağlarının eteklerinde bir kez daha karşılaştık.
Bizi görünce güven veren, yiğit yüzü yine gülümsedi.
İri yapısından bir şey kaybetmemiş, yanakları hala dolgun ama ipek saçları bir hayli seyrelmişti.
Sanki dünyanın kuruluşundan beri hep buralardaydı
Yıllar onu, hem yormuş, hem de iyice olgunlaştırmıştı.
O zamanki okulun derme çatma bir görüntüsü vardı.
Şimdi o eski okuldan eser kalmamıştı.
Okulun yolculuğunu Süleyman Öğretmenden dinlemek istedik.
Önce pek konuşmak istemedi.
Israr edince başladı anlatmaya;
” ‘Bu sevdanın bağrında ölmek güzeldir’ diyerek düştük yollara.
İçimize hicret ateşini atan Hocamın duasını almak için yanına gittiğimde; Kırgızistan’a gideceğimi öğrenmiş , beni beklerken buldum kendisini.
Biraz da geç kalmıştım, beni görünce;
“Türkiye’de çalıştığın yeter. Bir insan için ilk yıl alışmadır, ikinci yıl olgunlaşma, üçüncü yıl yaşlanmadır; gidelim bir ömür boyu hizmet edelim hicret diyarlarında.” sözlerini hiç unutamıyorum. Bana bir takım elbise verdi.
Belli ki yollarda dar geçitler vardı.
Tokmok Şehrine ilk geldiğimde bozkır, buğulu yaz sıcaklarında yıkanıyordu.
Şehir Valisi iyi bir insandı.
Bize birkaç bina gösterdi ama hepsi de baya masraf gerektiriyordu. Ben, bu binayı beğendim. Ama o zaman burası da çok kötü durumdaydı.
Lidiya adında, Rus bir vali yardımcısı vardı. Beni yıldırmak için elinden geleni yapıyordu.
Bir gün beni odasından bile kovdu.
Kalbim çok kırılmıştı.
Çaresizdim.
Bütün masraflar Türkler tarafından karşılanacaktır, diyerek anlaşmayı imzalamak zorunda kaldım.
Türkiye’den beklenen yardım bir türlü gelmiyordu.
Günler geçiyor, okulun açılma vakti de yaklaşıyordu.
Okulda işçilerle birlikte gece gündüz çalışıyordum.
İnşaat süresince, aylarca altı metre karelik beton yerde bir battaniyenin üzerinde yattım.
O yıl, okula 52 öğrenci kayıt yaptırdı.
Okulun açılışına birkaç gün kalmasına rağmen henüz hiçbir eşyası yoktu.
12. Okul’un müdiresi iyi bir insandı. Ondan iki sınıflık emanet masa ve sıralar aldım.
Yemek masasının birisini müdür masası yaptım. Müdür odası,Öğretmenler odası, kayıt odası hepsi aynı odaydı.
17 Ekim 1994 Pazartesi günü, üç öğretmen arkadaşla birlikte okulun açılışını yaptık.
Kırgız ve Türk bayrakları Tanrı Dağlarının eteklerinde dalgalanmaya başladı.
Bayraklarımız, bir birlerine doğru uzanıyor, aralarında durmadan bir şeyler konuşuyorlardı.
İki ülkenin İstiklal Marşları, bozkırda özgürce yayıldı, karlı dağların tepelerine tırmandı.
Öğrenciler, mutlu bir şekilde sınıflarına giriyorlardı. Ömrümün en mutlu anlarını yaşıyordum.
“Bu kış, bahar besteleriyle gelecek” diye düşünürken,
Kış, Tanrı Dağları’ndan dev adımlarla üzerimize doğru inmeye başladı.
Bozkırda yazdan kalma ne varsa silip süpürdü.
Çatılar yağan karla kapandı.
Okulun çatısı da akmaya başladı.
Yağmur damlalarının insan beynini ne kadar rahatsız ettiğini o zaman anladım.
Kış boyunca, akmayan bir yer bulabilmek için emanet masanın yeri, değişti durdu.
Okulda kalorifer ve elektrik sistemi yoktu.
Umutlarımın iyice tükendiği bir gece, yorgun ve bitkin bir şekilde kendimi yine o battaniyenin üzerine bırakmıştım.
Öylece uyumuş kalmışım.
Bir de ne göreyim, Güllerin Efendisi(sav), etrafındaki ışık süvarileri ile okulumuzu ziyarete gelmişler. Gecenin karanlığını delen nurdan bir koridorda yürüyerek okulu geziyorlar.
Sonraları trafik kazasında vefat eden Kırgız yardımcım Bakıtcan, önden koşarak kapıları açıyordu.
Ben, Efendimiz’e (a.s) projelerimizi sormak istiyordum ama utancımdan yanına yaklaşamıyordum.
Hz Ömer’den (ra),yardım istedim.
Hz Ömer (ra), gidip durumu aktarınca Efendimiz (a.s)arkasına döndü ve elini ileriye doğru uzatarak bütün projeleri başlatsınlar” buyurdu.
Ama ne ile, hiç paramız yoktu…
İki gün sonra Vali Bey ansızın okula geldi.
Sınıflarda öğretmenler ve öğrenciler paltolarla oturuyor, çatıdan sular damlıyordu.
Türkiye’den gelen öğretmen arkadaşlar, alışkın olmadıkları için elleri soğuktan morarmış simsiyah olmuştu.
Vali Beye çay ikram etmek istedikse de, çay kaşığı ve şekeri olmadığı için ona da muvaffak olamadık.
Çok mahcup olmuştuk
Vali bey çok üzüldü.
Giderken, “Süleyman Bey! Bunlar bizim çocuklarımız, üşüyor bunlar, yarın hepsi hasta olur bunların, hani söz vermiştiniz her şeyi yapacağınıza” dediğinde, yer yarılsa yerin dibine geçecektim.
“Bu kadar yapabildik efendim.” dedim.
Aynı gün, valilikten çağrıldığımı söylediler.
Okulda telefon bile yoktu.
Kısa yoldan valiliğe ulaşmak için tarlalardan, ara yollardan yürüyordum.
Hava çok soğuktu.
Göz yaşlarım yanaklarımda donuyordu.
“Kesin okulumuzu kapatacaklar” diye ağlıyordum. Valilikte ağlamamak için göz yaşlarımı yollara döküyordum.
Vali Bey’in odasına girdiğimde, bir de baktım ki Lidiya Hanım da dahil bütün mülki erkan orada.
“Eyvah! Kesin okulum kapandı.”diye geçirdim içimden. Yüreğim bir güvercin yüreği gibi inip kalkmaya başladı.
Göz ucuyla bir saydım tam 21 kişiydiler.
Aslanların arasındaki çaresiz ve ürkek bir ceylan gibiydim.
İlk sözü Lidya Hanım aldı:
“Ben Süleyman Beye demiştim ki; siz Kırgızlar’la
aynı kökten geliyorsunuz, gün gelir bizi buralardan kovarsınız”
O bu sözleri söylerken kalbim duracak gibiydi.
“Ama beni okula davet ettiler. Biz çok uluslu bir ülkeyiz. Bu okulda farklı milletlerin çocukları okuyor. Okulda kardeşlik havası var. Çocuklar birbirine çok saygılı. Benim oturduğum mahallede bir çocuk bu okulda okuyor. Annesi babası ayrılalı yıllar olmuştu. Çocuk bu okula başladıktan sonra tekrar bir araya gelip birlikte yaşamaya başladılar. Ben yanlış ve önyargılı sözlerimden dolayı Süleyman Bey’den özür diliyorum.”
“Aman Allah’ım! Daha dün odasından beni kovan kadın bu değil miydi, kim yumuşatmıştı gönlünü, nasıl da erimişti buzlar?”
Lidiya Hanımın sözleri, baharla birlikte eriyen karların altındaki suların tatlı şırıltısı gibi dolmuştu odanın içine.
Ben, derin bir nefes almıştım.
Vali Bey bana dönerek;
“Ne istiyorsun” dedi.
Çatı, Bahçe duvarı, kalorifer, elektrik sistemi…Taleplerim uzayıp gidiyordu.
Finans müdürüne dönerek bunları not almasını ve ayrıca okulun hesabına da yüklüce bir para aktarılmasını söyledi.
Ertesi gün okul şantiyeye dönmüştü.
Eğer buralarda bir tek ananın gözyaşlarını dindirebildikse ne mutlu bize.
Şimdi düşünüyorum da; Köyüm Yunus Emre’den ayrılıp, Anadolu’dan Yunus gibi yollara düşerken, ilk defa göz yaşlarına şahit olduğum babamın buruk bakışları aklıma geliyor. Ve yine o ardı arkası kesilmeyen gözyaşlarını görünce anama söylediğim sözler aklıma geliyor.
“Ağla anam ağla, ağla ki dünyadaki analar ağlamasın”