Bir yiğit vardı
Ege’de Çakırbeyli Çiftliği’nde yaşayan bir yiğit vardı. Toprağı vatan bilirdi.
Yetim büyüdüğü için toprağı anası atası bilirdi. Tabiat, toprak, su onun en büyük sevdasıydı.
Her gün soğuk suyla duş alır işe öyle başlardı. Ucu bucağı görünmeyen çiftliğin topraklarını hep yayan gezerdi. Atına binmezdi.
Toprakta yürümeyi toprağın sesini dinlemeyi, kokusunu içine çekmeyi çok severdi.
Daha iki buçuk yaşına girmeden hem annesiz hem babasız kalmasına rağmen yetimliğin yılgınlığına bırakmamıştı kendini. Toprağı hem ana hem baba bilmiş, toprağın sıcaklığına sığınmıştı.Yiğidin yaşadığı yıllar Anadolu için zor yıllardı. Bütün bir dünyanın çivisinin çıktığı I. Cihan Harbi’ni kaybettiğimiz yıllardı.
Bütün cephelerde kahramanca savaşan Mehmetçiklerin şehit olanı olmuş geride kalanları da Mondros mütarekesince tek tek sayılarak İtilaf Devletlerine teslim edilmişti. Mehmetçikler esaret yollarında yürürken Anadolu da dört bir yandan sarılmıştı. Anadolu, bir sokak ortasında eli silahlı eşkıyalara hazırlıksız yakalanmış bir Yiğit gibi kıskıvrak kıstırılmıştı.
Çırpınıyor yırtınıyor ama bir şey yapamıyordu.
Yiğit, Çakırbeyli çiftliğinden, dağlardaki efelere, zeybeklere seslendi. Dağlarda yol kesen efeler, ülkeyi basan eşkıyaya haddini bildirmek için şehre indi. Efeler, zeybekler yiğitler dizlerini toprağa koydular ve söyle bir heyyy… ” çektiler. Toprak titredi, Anadolu titredi. Yüreklerden çıkan sesler ateş oldu ve o ateş tez zamanda bütün bir Anadolu’yu sardı. Anadolu’nun sırtına geçirilen ar gömleğini çıkarmak için ateşten gömlek giymek gerekti. Anadolu kadınıyla kızıyla son kalan erkeğiyle o ateşten gömleği sırtına geçirdi. Sokaklar şehirler ateşten gömlek giymiş insanlarla aydınlandı.
Düşmanın ayak sesleri yiğidin memleketi Aydın’da 27 Mayıs’ta duyuldu. Bu uğursuz tarih yiğidin karşısına ikinci kez çıkıyordu. Daha önce lise son sınıfta iken yine bir 27 Mayıs’ta Çanakkale’ye çağrılmıştı. O vakit 16 yasındaydı. Lise son sınıftaydı. “On beşliler”in arasına katılmıştı.
Bu tarih ilerde onun karşısına son defa olmak üzere bir daha çıkacaktı.Yiğit yazdı bu tarihi bir kenara.
Çakırbeyli çiftliği, Milli Mücadele’nin merkez üssü gibi oldu. Her bir şey vatan uğruna seferber edildi.
Yiğit otuz kişilik bir çeteye kumandanlık ediyordu. Adına da Ayyıldız çetesi demişti. Yıldızları ve Hilal’i çok seviyordu. Bir Hilal uğruna ne güneşler batmıştı bu ülkede.
Düşmana gece baskınları yapılıyor, geçeceği köprüler havaya uçuruluyordu. Düşman çetelerin ne zaman nereden geleceğini bilmediği için şaşkına dönüyordu. Ama hepsinden önemlisi Ege’den yükselen bu ruh dalga dalga bütün bir Anadolu’ya yayılmış; her şeyin bitti denildiği bir zamanda henüz daha yapılacak bir şeylerin olduğuna herkes inanmıştı.
Ege’den başlayan milli mücadele kıvılcımı alevlenmiş ve o alevler Anadolu’yu sarmıştı. Sonunda zafer rüzgârlarının gönle hoşluk veren sesleri duyulmaya başladı.
Yiğit yine çiftliğinin basına döndü.
Özgür topraklarla yeniden boğuşmaya başladı.
Bazen kuraklık olurdu. Ellerini kaldırır dua ederdi. Ama esas dua çalışmaktır derdi. Neden bizim barajlarımız, elektrik santrallerimiz yok diye dertlenirdi. Yüreği barajlardan gelecek suların şırıltısını, elektriğin ışıltısını arıyordu. Çiftlikte karşılaştığı zorluklar onu geleceğe hazırlıyordu. Yoksul ve fakir Anadolu insanın yasadıklarını düşününce gözleri doluyordu.
Çiftlikte hep işçilerin arasındaydı.
Kahya buna içerliyor, ” bey Ata bindi mi yer yerinden sarsılmalı” diyordu.
Evlilik vakti gelmişti.
Birlikte büyüdükleri hatta küçükken sacını çeken evliyazadelerin kızı Berrin çiftliğe gelin geldi.Berrin hanımın evlilik esnasında tek bir şartı vardı.
“Siyasete girmeyeceksin”
Yiğit her nere gitse geceleri çiftliğe geri dönüyordu. Berrin Hanım yalnız kalsın istemiyordu. Bir gün kahya ile birlikte şehre indiler. Gece geç vakit geri dönüyorlardı yağmura yakalandılar. Kahya;” bey, geri dönelim, şehirde kalıp sabah çiftliğe gidelim”, dediyse de dinlemedi. Eşinin korkmuş olabileceğini düşündü.
Atları Çine Çayı’na sürdüler. Atların ayakları yerden kesilmişti. Suyun içinde batıp çıkıyordu. Kahya atıyla arkasından daldı. “Bey! Atının gemini serbest bırak” diye bağırdı.
O atın gemini serbest bırakarak o gün azgın sulardan kurtulsa da, azgın insanlar, doludizgin koşan bu yiğidin gemini hiç serbest bırakmayacaklardı.
1930’lara gelindiğinde Halk, Halk Partisinin icraatlarından bıkmış usanmıştı. Her geçen gün fakirlik yoksulluk artıyordu.
Millet bir dilim ekmeğe, bir tutam maneviyata muhtaç hale gelmişti. Halk maddi manevi tam anlamıyla yetimdi. Anadan babadan yetim olan yiğide bu durum ağır geliyordu.
Serbest fırkanın başkanı Fethi Okyar Aydın teşkilatını emin bir insana devretmek istiyordu. Gözler yiğidi gösteriyordu. Fethi Okyar’ı kıramadı, Aydın teşkilatının başına geçti.
Serbest Fırka dalga dalga büyümeye başlayınca Menemen komplosu devreye sokularak kapatıldı.
Gazı paşa bir gün Aydın’a geldi. Kendi eliyle kurduğu parti, üç aylık Serbest Fırka karşısında nasıl yerle bir olmuştu. Gözler yine o yiğidi işaret ediyordu. Tanıştılar. Ülke kalkınması ile fikirlerini Gazı Paşa’ya da açtı. Paşa “bunları bana yazılı ver” dedi.
İsmini not etti.
İlk seçimlerde Ankara’dan gelen listede ismi vardı.
Hâlbuki milletvekili müracaatında bulunmamıştı.
Nihayet ikinci dünya savaşı bitmiş diktatörlükler demokratik rejimlere yenilmişti. Savaşa girmemiş olmasına rağmen değişim rüzgârlarının Türkiye’yi etkilememesi mümkün değildi.
CHP’de de sular iyice kaynamaya başlamıştı.
“Yeter , söz milletin” sloganıyla Demokrat Parti 1950 de ezici bir çoğunlukla iktidara geldi. Ülkenin yeni başbakanı bir zamanlar Çakırbeyli Çiftliği’nin beyi olan Adnan beydi.
Adnan Menderes…
Çarıktan medeniyete geçiş dönemi başlamıştı. Asırlardır hizmete susamış Anadolu insanı yola, okula, baraja, suya , elektriğe kavuşuyordu. Birbiri ardında yapılan fabrika bacalarından dalga dalda dumanlar göklere yükseldikçe onurlu milletin de başı yükseliyordu. Her gecen gün kendine güven geliyordu. Halk kendinden bir başbakanla kucaklaşıyordu.
Mahsul para ediyor, nasırlı eller emeğinin karşılığını görüyordu. Anadolu yastıktan basını doğrultan bir hasta gibi kımıldamaya başlamıştı.
Alman yetkililer yiğit adamdan işçi talebi için geldiğinde, “bir kaç yıl sonra belki biz sizden isçi isteyebiliriz” diyordu. Anadolu maddi manevi kalkınıyordu. Yirmi yıldır suskun duran minarelere can gelmiş, mabetler dolup taşmaya başlamış, devlet radyolarından Ku’ran sesleri duyulmaya başlamış, okullara din dersi konulmuş imam hatip okulları, ilahiyat fakülteleri açılmaya başlamıştı.
Ülkenin her yerinden şanlı mazinin sesleri duyuluyordu. Yılbaşına denk gelen bir kandil gecesi oğlu Aydın Menderes’le Fatih, Sultan Ahmet gibi camileri dolaşmış, mabetlerin dolup taştığını görünce yüzü gülmüştü.
Dış ülkeler nezdindeki itibarımız zirve yapmıştı. Herkes “dev yeniden uyanıyor” diyordu.
Yıllarca karanlıklar içindeki Anadolu evleri kandil kandil yanıyor, şehirler kasabalar, köyler ışıl ışıl hale geliyordu. Ezan sesleri fabrika bacalarının dumanlarına, barajlardaki suların şırıltısı elektriğin ışıltısına karışıyordu.
Anadolu’ya asra bedel bir on yıl kazandırmıştı ki doludizgin giden küheylanın dizginini çektiler. Dört ayağını birden kestiler.
Kiminin Yassı ada, kiminin yaslı ada dedikleri ıssız, kimsesiz bir adaya koydular.
Ülkesinin minaresinden yükselen ezanları dinlerken, baca dumanlarını, pırıl pırıl ışıkları uzaktan seyrediyordu.
Elbiseler gelip gidiyordu Yassıada’dan. Ütüleniyor, koklanıyor, üzerlerine göz yasları dökülüyor yine yollanıyordu.
“…hayalimde yalnız ilk günlerim canlanıyor, çiftliğe ilk gelin geldiğin günler, kağnı arabasıyla Cine çayını geçerken yağmura tutuluşumuz..” gibi sözlerle başlayan ve tabii hiç bir zaman elli kelimeyi geçmeyen özlem dolu satırların yer aldığı mektup teatileri….
Eşi Berrin Hanım ve çocuklarıyla çok istemesine rağmen ancak bir veya iki defa görüşebilmişti.
Her görüşme sarılmalara, kucaklaşmalara, çocuklarının “baba” diye kucağına atılmalarına sahne oluyordu. Ve tabii hiç dinmeyen gözyaşlarına…
Son goruşmede ayrılık vakti geldiğinde yiğit çocuklarının birini bırakıp diğerini öpüyor,kokluyor, seviyordu. Yürekleri yerinden sökülürcesine bir birlerinden ayrıldılar.
Ülkesine sevdalı bu yiğit insan sık sık hakim karşısına çıkıyordu. Son mahkemeye bir teğmene tutunarak gelebildi. Bitkindi.
Gölgelerin uzandığı yerde güneş guruba gidiyordu.
Sonunda yiğidin idamına karar verdiler. Esi Berrin hanımdan ve çocuklarından parasını tahsil ettikleri bir beyaz gömleği sırtına giydirdiler, boynuna bir yafta astılar?
Bir sandalyenin üzerine çıkardılar, boynuna bir yağlı ilmek geçirdiler.
Çakırbeyli çiftliğindeki güzel günler geldi gözlerinin önüne. Ilık ılık esen sonbahar rüzgarlarında irileşmiş zeytin ağaçları arasında, yeşil cim tepeciklerinden kardeşi Melike ile yuvarlandıkları o güzel günler…
Babası Ethem bey ve annesi Tevhide Hanımın derin bir mutlulukla evlatlarını seyrettiği günler…
Şimdi çaresizlikten çocuklarıyla evinde oturmuş İmralı’dan gelecek haberleri bekleyen Berrin Hanımın Çakırbeyli Çiftliği’ne gelin geldiği günler….
Kâhyanın “bey Ata bindi mi, yer sarsılmalı” dediği günler…
Öğle ezanları okunmuş gün ikindiye kayıyordu. Sandalyeyi tekmelediler. Ölüm kokan sert sonbahar rüzgârları kasıp kavurdu Anadolu’yu.
Son sözleri: “hayata veda ettiğim su anda, devlete ve millete saadetler diler, karımı ve çocuklarımı şefkatle andığımı bildiririm.”
“Arkadan kefenini, gömleğini soydular, “Aman kalkar” deyip üstüne taş koydular.”
Önce çok sevdiği esi Berrin Hanım kavuştu kendisine .
Geçen hafta da, en küçük oğul Aydın Bey tekerlekli sandalyesi ile babasının yanına yürüdü.
Değerli gazeteci Nuriye Akman’ın bir söyleşi sırasında; ” Şefkatli elin alnıma temas etse, içimin bütün ıstırabı bir anda dinecek” bu sözleri hatırladınız mı dediğinde; ” acı bir tebessümle, “hatırladım, rahmetli babamin anneme Yassıada’dan yazdıgı mektubudur” deyişiyle, milletin sevgilisi olan o aileden hafızalarımıza son bir resim düşürerek gitti .
Şimdi bir bayırda yan yana yatıyorlar.